Twitter’da orada burada herkes, bu karantina halinin tüm o zaman bulup okuyamadığımız kitaplar, izleyemediğimiz film ve diziler için büyük bir fırsat olduğunu söylüyor fakat buna rağmen hala yeteri kadar okuyamadığından yakınıyor. Benim okuma hızımın da bu dönem inanılmaz yavaşladığı doğru fakat bunun sebebinin karantina ile uzaktan yakından bir alakası yok. Ben çoğunlukla kafam başka yerlerde olduğu ya da herhangi bir şey yapacak fiziksel gücüm eskiye kıyasla hiç kalmadığı için okuyamıyorum. Ve buna rağmen bu bir aylık süreçte iki kitap ve bir manga(henüz bitmedi fakat çok az kaldı) okudum. Bir film izledim, ki biliyorum ayda bir film izlemek hiçbir şey sayılmaz fakat film gecelerimizi yazma eylemine feda ettiğim için bu gayet anlaşılır. Bir de Westworld izliyorum ki bu sezon muhteşem ilerliyor.
Neyse size tüm bunlardan kısa kısa bahsetmek istedim, nefesim kesilmeden ve daha fazla uzatmadan başlayayım.
Phlebas’ı Hatırla, Iain M. Banks’ın on kitaptan oluşan Kültür evreninin ilk parçası. Seride kurgusal açıdan bir devamlılık yok yani her kitap tekil olarak okunabilir. Sanırım İthaki de serinin tümünü basmayacak, bir kitap daha görürsem şanslı sayarım kendimi.
Neyse efendim, Kültür dediğimiz bu nane tamamen yapay zekanın yönettiği, devasa uzay gemileriyle evrenin her köşesine yayılmış bir topluluk. İnsanların kontrolü yapay zekanın ellerine bırakması günümüzde hoş bir fikir olmasa da Kültür, ütopyaya en yakın düzeni kurmayı başarmış. İnsanların ahlaki yargılardan ve sınırlardan kurtulduğu, toplumsal normların ortadan kalktığı, insanların tamamen özgür hissettiği bir düzen bu. Fakat hikayemizin ana karakteri Horza, bu özgürlüğün yapay olduğunu ve her şeyi makinelerle yönetmeye çalışarak yaşamın ta karşısında durduğunu ileri sürerek Kültür’ün haksız olduğunu düşünüyor ve süregelen Kültür ve İdir savaşında, iyi adamlar olmadığını bilse de İdirliler için görevlere gidiyor. Hikaye Horza’nın, ölü gezegenlerden biri olan Schar Dünyası’na kaçan Kültür’e ait bir gemiyi bulmaya çıkmasıyla başına gelen bir takım maceralardan oluşuyor diyebiliriz.
Phlebas’ı Hatırla eğer space opera yani kabaca uzay operası/macerası türünü seviyorsanız müthiş keyif alabileceğiniz bir roman. Kitap boyunca Banks’in evreninde gezegenlerden, orbitallerden, gemilerden kaçıyor birtakım canlılarla mücadele ediyoruz. Nükleer bombalar patlıyor, bir orbital parçalanıyor, takım arkadaşlarımızı öldürüp yerlerine geçiyoruz. Tabi tüm bunlar hard sci-fi sevenlerin hiç zorluk çekmeyeceği fakat bilimkurgu okumaya alışkın olmayanların bir noktadan sonra kitabı fırlatıp atacağı kadar detaylı bir anlatımla aktarılıyor. Banks’in daha önce hiçbir kitabını okumadım fakat anlatımının bir tatsızlığı var. Bağlaçlarla bağlandıkça bağlanmış, fiilimsilerle uzatıldıkça uzatılmış tasvirler yapmış ve bu durum okuru yoruyor. O yüzden bu kitabın sadece bilimkurgu seven ve özellikle space opera tutkunlarının (Star Wars sevdiyseniz bunu da seversiniz bence) seveceği bir roman olduğunu söyleyebilirim, ki ben inanılmaz keyifle okudum. Kültür evrenini çok sevdim ve Banks’in tüm o koşuşturmanın içerisinde yaptığı ideoloji çatışmasını zekice buldum. Şunu da söylemeliyim ki, ana karakterimiz Horza Kültür’e karşı olsa da bu evrenin kötü adamının Kültür olmadığını ve İdirlilerin biz yaşamın tarafındayız makinelerin değil düşüncesi altında aslında bağnazlıktan yana olduklarını görmek güzeldi. Hem bu bence kitaba hoş bir farklılık katmış, sonuçta Horza kötülerin tarafındaydı ve Kültür serisi, Kültür’e karşı olan tarafın görüşlerini okura sunarak başlıyordu.
Okuru zorlayan anlatımını bir kenara bırakırsak ben Banks’in bu kitapta anlatmak istediği şeyleri sevdim aslında. Horza, sempati duyması zor bir karakter. Kendi yarattığı nedenlerle bir topluluktan nefret etmeye zorluyor kendini ve İdirlilerin tarafında olmanın suçluluğunu bununla yatıştırmaya çalışıyor. Ben kitabın ilk bölümünden sonra Kültür’ün gerçekten kötü adam olup olmadığını sorgulamaya başlamıştım ve İdirliler’in ilk defa ortaya çıkmasıyla yanlış tarafta olduğumuzdan emin olmuştum. Sonrasında kitabın Horza’nın da bunu fark ederek taraf değiştirmesini anlatacağını düşünmüştüm ve bu konuda yanılmaktan gayet memnunum. Karanlık ve depresif bir sonu var kitabın fakat İngiltere’nin bilimkurgu yazarları genelde böyle yazmaya eğilimli oluyor. En azından benim okuduklarım hiç umut verici değildi.
Neyse daha uzatmayayım, bilimkurgu seviyorsanız, space opera okumaya alışıksanız, tüm o hayal gücümüze bırakılan teknolojik terimlere aşinaysanız bekletmeyin okuyun. Ben çok sevdim fakat herkese göre olmadığını da söyleyeyim.
Okuduğum ikinci kitap canım Fante’den Bahara Kadar Bekle Bandini. Bu kitabın baskısı yakın bir zamana kadar tükenmişti ve ben de çıkmasını bekleyip duruyordum. Daha sonra Parantez tekrar bastı ve hemen aldım fakat okumak için o kadar acele etmedim ve iyi ki öyle yapmışım diyorum. Sizi bilmem ama benim bazı yazarlarım var ki onları okumak için bir şeyleri bekliyorum. Daha önce demiştim Jack London okumak için ayaklarımın yerden kesilmesini beklerim, çünkü ne zaman belirsizliğin içerisinde kaybolsam London’ın sert yumruklarıyla kendimi yeniden zeminde bulurum. Bir nevi London beni zemine bağlayan halattır. Vonnegut bana o zemini sevdiğimi öğretir. Hesse ise o belirsizliği özlediğimi. Böylece edebiyattan bir ağ örerim kendime ve en sevdiğim yazarlar o ağın içerisinden seslenir. Fante de edebiyatın dayanılmaz hafifliğini hissetmek istediğimde koştuğum yazarlardan biri. Bu kitabında çocukluğun naif hüznünü, kırılgan mutluluğunu çok güzel anlatıyor. Bandini henüz küçük, sınıfında bir kızdan hoşlanıyor, kıza hediye etmek için annesinin mücevherini çalıyor, pişman oluyor ve günah çıkarıyor, babası eve gelmiyor, annesi ağlıyor ve dua ediyor ve Bandini’nin hayatı baharı beklemekle geçip gidiyor. Çok hüzünlü, naif bir kitap. Fante mutlaka okuyun.
Bir de okumakta olduğum mangadan bahsedip bu yazıyı bitirmeyi düşünüyorum. Geçen senenin son aylarında keşfettiğim olağanüstü güzellikteki Oyasumi Punpun, manga okuma konusunda beni inanılmaz heyecanlandırmıştı. Çocukken çizgi roman okumayı seviyordum fakat büyüdükçe eskisi kadar keyif alamaz olmuştum. Oyasumi Punpun beni Japon çizgi romanlarının yani mangaların dünyasına soktu ve ben o siyah beyaz dünyanın içerisinde kendimi kaybettim. Sonra birkaç manga araştırdım ve Beck’e rastgeldim. Müzik benim çocukluktan beri hayatımın bir parçasıydı bu yüzden seveceğimi düşünerek okumaya başladım. İlk 40 chapter çok keyifliydi ve hızla okudum fakat sonra hikayenin kendini tekrar ettiğini duyumsamaya başladım. Manga Koyuki adlı çocuğun müzikle tanışmasıyla ilgili. Kurdukları Beck adlı grupla isimlerini duyurmaya çalışıyorlar. Bilmiyorum belki müziğin ruhunu daha fazla hissedebilseydim hoş olurdu, fazla gelişim odaklı bir hikaye var ortada. Sürekli grubun daha iyi olmak, daha iyi müzik yapmak hevesinde olması hoşuma gitmedi. Müziğini yaratırken sanatçının nelerden ilham aldığı, kendinden ne koyduğu ya da dinleyicinin bunu nasıl hissetiği üzerinde durulsaydı daha iyi olurdu. Koyuki’nin ilişkileri, Ryusuke’nin birtakım mafyayla olan karışık durumları falan derken bir noktadan sonra hikayeden beklentim kalmadı. Şu an sekseninci chapterdayım ve finale yirmi chapter falan kaldı o yüzden hızlıca okuyup bitireceğim. Son yirmi chapterda farklı bir şey olacağını pek sanmıyorum o yüzden genel olarak düşüncelerim değişmeyecek. Yine de manga okumaya devam etmek istiyorum o yüzden farklı bir şeyler arayacağım, en olmadı Inio Asano’nun diğer işlerine bakarım.
Neyse benden bu kadar, izlediğim filmle ilgili de bir şeyler yazacaktım fakat yazı tahminimden fazla uzadı. Sağlıcakla aloha~