Phlebas’ı Hatırla, Bandini ve Beck

Twitter’da orada burada herkes, bu karantina halinin tüm o zaman bulup okuyamadığımız kitaplar, izleyemediğimiz film ve diziler için büyük bir fırsat olduğunu söylüyor fakat buna rağmen hala yeteri kadar okuyamadığından yakınıyor. Benim okuma hızımın da bu dönem inanılmaz yavaşladığı doğru fakat bunun sebebinin karantina ile uzaktan yakından bir alakası yok. Ben çoğunlukla kafam başka yerlerde olduğu ya da herhangi bir şey yapacak fiziksel gücüm eskiye kıyasla hiç kalmadığı için okuyamıyorum. Ve buna rağmen bu bir aylık süreçte iki kitap ve bir manga(henüz bitmedi fakat çok az kaldı) okudum. Bir film izledim, ki biliyorum ayda bir film izlemek hiçbir şey sayılmaz fakat film gecelerimizi yazma eylemine feda ettiğim için bu gayet anlaşılır. Bir de Westworld izliyorum ki bu sezon muhteşem ilerliyor.

Neyse size tüm bunlardan kısa kısa bahsetmek istedim, nefesim kesilmeden ve daha fazla uzatmadan başlayayım.

D&R - Kültür Sanat ve Eğlence Dünyası

Phlebas’ı Hatırla, Iain M. Banks’ın on kitaptan oluşan Kültür evreninin ilk parçası. Seride kurgusal açıdan bir devamlılık yok yani her kitap tekil olarak okunabilir. Sanırım İthaki de serinin tümünü basmayacak, bir kitap daha görürsem şanslı sayarım kendimi.

Neyse efendim, Kültür dediğimiz bu nane tamamen yapay zekanın yönettiği, devasa uzay gemileriyle evrenin her köşesine yayılmış bir topluluk. İnsanların kontrolü yapay zekanın ellerine bırakması günümüzde hoş bir fikir olmasa da Kültür, ütopyaya en yakın düzeni kurmayı başarmış. İnsanların ahlaki yargılardan ve sınırlardan kurtulduğu, toplumsal normların ortadan kalktığı, insanların tamamen özgür hissettiği bir düzen bu. Fakat hikayemizin ana karakteri Horza, bu özgürlüğün yapay olduğunu ve her şeyi makinelerle yönetmeye çalışarak yaşamın ta karşısında durduğunu ileri sürerek Kültür’ün haksız olduğunu düşünüyor ve süregelen Kültür ve İdir savaşında, iyi adamlar olmadığını bilse de İdirliler için görevlere gidiyor. Hikaye Horza’nın, ölü gezegenlerden biri olan Schar Dünyası’na kaçan Kültür’e ait bir gemiyi bulmaya çıkmasıyla başına gelen bir takım maceralardan oluşuyor diyebiliriz.

Phlebas’ı Hatırla eğer space opera yani kabaca uzay operası/macerası türünü seviyorsanız müthiş keyif alabileceğiniz bir roman. Kitap boyunca Banks’in evreninde gezegenlerden, orbitallerden, gemilerden kaçıyor birtakım canlılarla mücadele ediyoruz. Nükleer bombalar patlıyor, bir orbital parçalanıyor, takım arkadaşlarımızı öldürüp yerlerine geçiyoruz. Tabi tüm bunlar hard sci-fi sevenlerin hiç zorluk çekmeyeceği fakat bilimkurgu okumaya alışkın olmayanların bir noktadan sonra kitabı fırlatıp atacağı kadar detaylı bir anlatımla aktarılıyor. Banks’in daha önce hiçbir kitabını okumadım fakat anlatımının bir tatsızlığı var. Bağlaçlarla bağlandıkça bağlanmış, fiilimsilerle uzatıldıkça uzatılmış tasvirler yapmış ve bu durum okuru yoruyor. O yüzden bu kitabın sadece bilimkurgu seven ve özellikle space opera tutkunlarının (Star Wars sevdiyseniz bunu da seversiniz bence) seveceği bir roman olduğunu söyleyebilirim, ki ben inanılmaz keyifle okudum. Kültür evrenini çok sevdim ve Banks’in tüm o koşuşturmanın içerisinde yaptığı ideoloji çatışmasını zekice buldum. Şunu da söylemeliyim ki, ana karakterimiz Horza Kültür’e karşı olsa da bu evrenin kötü adamının Kültür olmadığını ve İdirlilerin biz yaşamın tarafındayız makinelerin değil düşüncesi altında aslında bağnazlıktan yana olduklarını görmek güzeldi. Hem bu bence kitaba hoş bir farklılık katmış, sonuçta Horza kötülerin tarafındaydı ve Kültür serisi, Kültür’e karşı olan tarafın görüşlerini okura sunarak başlıyordu.

Okuru zorlayan anlatımını bir kenara bırakırsak ben Banks’in bu kitapta anlatmak istediği şeyleri sevdim aslında. Horza, sempati duyması zor bir karakter. Kendi yarattığı nedenlerle bir topluluktan nefret etmeye zorluyor kendini ve İdirlilerin tarafında olmanın suçluluğunu bununla yatıştırmaya çalışıyor. Ben kitabın ilk bölümünden sonra Kültür’ün gerçekten kötü adam olup olmadığını sorgulamaya başlamıştım ve İdirliler’in ilk defa ortaya çıkmasıyla yanlış tarafta olduğumuzdan emin olmuştum. Sonrasında kitabın Horza’nın da bunu fark ederek taraf değiştirmesini anlatacağını düşünmüştüm ve bu konuda yanılmaktan gayet memnunum. Karanlık ve depresif bir sonu var kitabın fakat İngiltere’nin bilimkurgu yazarları genelde böyle yazmaya eğilimli oluyor. En azından benim okuduklarım hiç umut verici değildi.

Neyse daha uzatmayayım, bilimkurgu seviyorsanız, space opera okumaya alışıksanız, tüm o hayal gücümüze bırakılan teknolojik terimlere aşinaysanız bekletmeyin okuyun. Ben çok sevdim fakat herkese göre olmadığını da söyleyeyim.

anosmi - Bahara Kadar Bekle Bandini – John Fante

Okuduğum ikinci kitap canım Fante’den Bahara Kadar Bekle Bandini. Bu kitabın baskısı yakın bir zamana kadar tükenmişti ve ben de çıkmasını bekleyip duruyordum. Daha sonra Parantez tekrar bastı ve hemen aldım fakat okumak için o kadar acele etmedim ve iyi ki öyle yapmışım diyorum. Sizi bilmem ama benim bazı yazarlarım var ki onları okumak için bir şeyleri bekliyorum. Daha önce demiştim Jack London okumak için ayaklarımın yerden kesilmesini beklerim, çünkü ne zaman belirsizliğin içerisinde kaybolsam London’ın sert yumruklarıyla kendimi yeniden zeminde bulurum. Bir nevi London beni zemine bağlayan halattır. Vonnegut bana o zemini sevdiğimi öğretir. Hesse ise o belirsizliği özlediğimi. Böylece edebiyattan bir ağ örerim kendime ve en sevdiğim yazarlar o ağın içerisinden seslenir. Fante de edebiyatın dayanılmaz hafifliğini hissetmek istediğimde koştuğum yazarlardan biri. Bu kitabında çocukluğun naif hüznünü, kırılgan mutluluğunu çok güzel anlatıyor. Bandini henüz küçük, sınıfında bir kızdan hoşlanıyor, kıza hediye etmek için annesinin mücevherini çalıyor, pişman oluyor ve günah çıkarıyor, babası eve gelmiyor, annesi ağlıyor ve dua ediyor ve Bandini’nin hayatı baharı beklemekle geçip gidiyor. Çok hüzünlü, naif bir kitap. Fante mutlaka okuyun.

BECK (comiXology Originals) Vol. 17 - (EU) Comics by comiXology

Bir de okumakta olduğum mangadan bahsedip bu yazıyı bitirmeyi düşünüyorum. Geçen senenin son aylarında keşfettiğim olağanüstü güzellikteki Oyasumi Punpun, manga okuma konusunda beni inanılmaz heyecanlandırmıştı. Çocukken çizgi roman okumayı seviyordum fakat büyüdükçe eskisi kadar keyif alamaz olmuştum. Oyasumi Punpun beni Japon çizgi romanlarının yani mangaların dünyasına soktu ve ben o siyah beyaz dünyanın içerisinde kendimi kaybettim. Sonra birkaç manga araştırdım ve Beck’e rastgeldim. Müzik benim çocukluktan beri hayatımın bir parçasıydı bu yüzden seveceğimi düşünerek okumaya başladım. İlk 40 chapter çok keyifliydi ve hızla okudum fakat sonra hikayenin kendini tekrar ettiğini duyumsamaya başladım. Manga Koyuki adlı çocuğun müzikle tanışmasıyla ilgili. Kurdukları Beck adlı grupla isimlerini duyurmaya çalışıyorlar. Bilmiyorum belki müziğin ruhunu daha fazla hissedebilseydim hoş olurdu, fazla gelişim odaklı bir hikaye var ortada. Sürekli grubun daha iyi olmak, daha iyi müzik yapmak hevesinde olması hoşuma gitmedi. Müziğini yaratırken sanatçının nelerden ilham aldığı, kendinden ne koyduğu ya da dinleyicinin bunu nasıl hissetiği üzerinde durulsaydı daha iyi olurdu. Koyuki’nin ilişkileri, Ryusuke’nin birtakım mafyayla olan karışık durumları falan derken bir noktadan sonra hikayeden beklentim kalmadı. Şu an sekseninci chapterdayım ve finale yirmi chapter falan kaldı o yüzden hızlıca okuyup bitireceğim. Son yirmi chapterda farklı bir şey olacağını pek sanmıyorum o yüzden genel olarak düşüncelerim değişmeyecek. Yine de manga okumaya devam etmek istiyorum o yüzden farklı bir şeyler arayacağım, en olmadı Inio Asano’nun diğer işlerine bakarım.

Neyse benden bu kadar, izlediğim filmle ilgili de bir şeyler yazacaktım fakat yazı tahminimden fazla uzadı. Sağlıcakla aloha~

 

olan bitene dair, evet hala buralardayım

1995 'Ghost in the Shell' Anime Film to Play in U.S. Theaters Next ...

Yine bir ay aradan sonra döndüm. Blogdaki yazıların arasının gittikçe uzadığının farkındayım. Bunun için size sunacak tek bir sebebim var, sağlık durumum eskisi kadar sık yazmama elvermiyor. Toparlamaya çalışıyorum, zaten virüs salgını nedeniyle her şey belirsiz ve sıkıcı bir hale gelmişken kendi sorunlarımla kimseyi daha da sıkmak istemiyorum. Bu bir ayda neler oldu neler bitti kısa bir bahsedip okuduğum/izlediğim birkaç şeye geçeceğim.

Öncelikle sağlık sorunları nedeniyle işten ayrılmak zorunda kaldım. İyileştikten sonra geri döneceğimden emin değilim, şu an iş konusu düşünmek istediğim son şey bile değil. Babamla uzun zamandır görüşemiyoruz, Ordu’ya kısa bir ziyaret yapmayı istemiştim fakat salgın sebebiyle elim kolum bağlandı. Cemil evden çalışmaya başladı, iki haftadır mesai saatiymiş falan dinlemeden gece gündüz çalışıyor. Zor zamanlar, üzülüyorum. Bunun dışında yüzme kursum iptal oldu tabi ki, uyku düzenimin de rayından çıkıp tam bir felakete dönüşmesine engel olmak için yoga ve meditasyona başladım fakat dayanılmaz halsizliğim ve ağrılarım sporun da önünü kesti. Sanırım başlayıp da halen devam ettirebildiğim tek şey oyunum. Şimdiye kadar gidişattan memnunum, yalnız bir gece iyice bunaldığım sıralarda yapmayı düşündüğümden farklı bir şey yaptım. Bir karakterin diğer insanlara yaptığı onca kötülükten sonra verdiği tek bir kararla bağışlanmasını ve huzura kavuşmasını yazacaktım fakat o gece böyle bir şeyi yazamayacak kadar bunalmıştım. İnsanların onca çabasının bazen hiçbir anlam ifade etmediği, yapmaya çalıştığımız tüm iyiliklerin ve fedakarlıkların büyük ölçekte fark yaratacak hiçbir önemi olmadığı ve verdiğimiz bir zararı asla geri alamayacağımız düşüncesi tüm zihnimi sarmıştı. Bunlara şu an inanmadığımı biliyorum, evet büyük ölçekte anlamlı bir yer kaplamıyoruz belki fakat evren insan zihninin algıladığı şekliyle var olabiliyorsa, yani benim algılarımın kapandığı noktada geri kalanın gerçekliğini asla bilemiyorsam bencilce davranmanın nesi yanlış olsun ki?

Ertesi akşam Cemil’e yazdığım sayfaları okuttum, ilk fikrime göre bunun daha etkileyici olduğunu fakat her şeyin bu kadar karamsar olması gerekmediğini söyledi. Zaten içimde bir tatminsizlik vardı, oturup baştan yazdım. Karakteri aklamadım fakat tamamen umutsuz bir durumda da değil. Asla bağışlanmayacağını biliyor fakat bununla yaşamayı seçiyor. Ve evet, her şeyi önce hikayeleştirip sonra oyun şeklinde yazmaya çalışıyorum. Yanlış bir yöntem, oyuna döndüğünde detaylar yitip gidiyor fakat o detayları oyunun dekoruna, diyaloglara ya da karakterlerin tek bir hareketine gizlemek için bundan daha elverişli bir yol bulamıyorum.

Neyse, bugün daha fazla yazamayacağım. Okuduklarımdan bahsedeceğim dedim fakat bir sonraki yazıya kalsın artık. Bilmek isterseniz, şu aralar İthaki bilimkurgu klasiklerinden çıkan Iain M. Banks’in Phlebas’ı Hatırla romanını ve Harold Sakuishi’nin yazıp çizdiği Beck adlı mangayı okuyorum. Westworld başladı, her hafta heyecanla izliyorum. Bir de fırsattan istifade Cemil’le Andrei Tarkovsky sinemasına başlamaya karar verdik. Her hafta bir Tarkovsky filmi izleyeceğiz. Şimdilik sadece Ivan’ın Çocukluğu’nu izledik. BBC’nin İkinci Dünya Savaşı Tarihi adı altında topladığı belgeselleri var elimde, ilkini izledim devam etmeyi düşünüyorum. Bir de Görkem elindeki Sandman ciltlerini toparlayıp yollamış, canım. Belki bu arada Sandman’e de başlarım. Hepsinden bir sonraki yazıda bahsederim diyerek kaçıyorum. Şarkınızı atıyorum, kendinize iyi bakın.

 

hello darkness my old friend

anime aesthetic gid tumblr ile ilgili görsel sonucu

Selam herkese. Uzun zamandır bir şey yazmadım. Şu an da çok kayda değer bir şey yazmayacağım. Neler olup bitiyor, bir ses vermek istedim sadece.

Öncelikle zamanımın çoğunu yazmakta olduğum oyun üzerinde çalışarak geçiriyorum. Günde dört saat falan uyuyorum, sağlığım pek iyi değil. Cemil benim için endişelendiğinden ve ben de onun benim yüzümden endişe duymasından hiç hoşlanmadığımdan, onun sözünü dinleyip yüzme kursuna yazıldım. Haftada iki saat yüzmeye gidiyorum. Haftada beş gün işe gidiyorum, haftada yedi gece oyunumu yazmaya çalışıyorum. Hayatım bu şekilde ilerliyor, olan biten en basit haliyle bunlardan ibaret.

İnsanlarla iletişimim isteksizlik çevresinde dönüp duruyor. Günlük hayatın kaçınılmaz bir parçası olan etkileşimlerden kaçamıyorum. Kaçmaya çalıştığım da yok aslında. Kimseyle konuşamasaydım daha kötü olurdu, nihayetinde yazmaya çalışıyorum, birilerini tanımak ve anlamak için çaba harcamasaydım ne yazabilirdim ki? Görkem bir keresinde çocukluk zamanlarımızda hayal ettiğimiz şeylerin nereden çıkıp geldiğini sormuştu bana. Sahi, hayalini kurduğumuz onca şey neyin parçalarıydı? Etrafımızdaki insanların mı yoksa zihnimizin çevremizi dönüştürdüğü çok daha heyecanlı bir şeyin mi? O zamanlar çok daha heyecanlı bir cevap olacağını düşündüğümden şöyle cevaplamıştım: Tabi ya, bundan önce mutlaka çok daha heyecanlı bir hayatta yaşamış olmalıyız.

Hayatımda yalnızlığın kaçınılmaz olduğunu anladığım fakat bunu kabullenmeyi reddettiğim bir aşamayı geride bırakmıştım. Kendime, asla yalnız hissetmeyeceğime dair bir söz vermiştim çünkü kendimi ne zaman yalnız olarak düşünsem içimde uyanan bir kötülük var gibiydi. Yalnız ben, yalnız olmayan benden çok daha kötü biriydi. Bencildi, umarsızdı, dünyanın ona yaptıklarına karşılık öç almak istiyordu, bu dünyaya kendinde bulunan kötülükten bir parça tattırmak istiyordu. İçimdeki yalnız olanın farkına vardığında dehşete düşen yalnız olmayan benin, dünyayı yalnız olanın kötülüğünden korumak için yapabileceği tek şey vardı. Bir daha asla yalnız hissetmemek. Bunun için bana yalnız olmadığımı hissettiren ne varsa ruhumdan bir parçayı o şeye bırakmayı göze aldım. Her okuduğum kitapta, her dinlediğim şarkıda, anlamaya çalıştığım her insanda ve her canlıda kendimden bir parçayı bıraktım. Yine Görkem’e bununla ilgili bir şeyler anlattığımda, bu yaptığımın özyıkımdan bir farkı olmadığını düşündüğünü söylemişti. O an onun beni bir bütün olarak gördüğünü ve böyle sevebildiğini anlamıştım. Görkem kendimden vazgeçiyor olmamdan, kendi kendimi kısıtlamamdan, bastırmamdan her zaman nefret etti. Çocukken onun için, yalnız olanın sadece kelimelerle hayat bulan bir kopyasını oluşturacağımı ve böylece onu tanıyabileceğini söylemiştim. İki hafta boyunca her gün yalnız olanın Görkem’e yazdığı mektupları gerçek mektuplara dönüştürdüm. İki haftanın sonunda bu oyundan sıkılmıştık.

Demek istediğim, yazmak için insanlara ve onlarla kuracağım etkileşime ihtiyacım var. Belki içten içe bencilce bir şey bu. Belki kimseyi gerçekten anlamaya çalışmıyorum. İnsanlarla ilgili şeylere sadece bende bir şeyleri uyandırdığı ölçüde ilgi duyuyorum. İyi şeyler veya kötü şeyler. Sevgi, merhamet ya da nefret. Belki de tam tersi yazmaya olan tutkum ve ihtiyacım insanları gerçekten anlamaya çalışmam için itici bir gücü uyandırıyor. Yazmak istediğim için insanları anlama ve sevebilme kabiliyetine sahibim. Yazmasaydım, yazma ihtiyacı duymasaydım diğerlerini anlamaya çalışmanın, sevmeye çalışmanın kıymetine varamazdım. Hangisi olursa olsun, yalnız olmadığıma, yalnız hissetmeyeceğime dair kendime bir söz verdiğime memnunum. Önceki yazılarımda bahsettiğim, yaşamak için bulduğum bir diğer çıkış da buydu.

Laf lafı açıyor fakat biraz oyunumun gidişatından bahsetmek istiyorum. Bir aydır falan oyunu nasıl bitirmek istediğimi biliyorum. Uzunca bir süre hikayenin antagonisti çok ön plana taşıdığını ve baş karakterin cazibesini kaybettiğini düşünerek endişelenmiştim. Bu durumu iki karakteri kurgu boyunca birbirlerine dönüştürerek çözdüm. Şöyle ki başlangıçta ana karakter nerede bulunuyorsa oyunun sonunda antagonist orada olacak ve baş karakterin kurgu sonunda geldiği son nokta da antagonistin ilk göründüğü andaki nokta olacak. İki rakip karakteri hikayenin doruk noktasında çarpıştırıp sonunda da birbirlerinin aynadaki yansımaları haline getirmek belki klişe bir yaklaşım fakat hissettiğim, böyle bir sonun benim kurguma çok uygun olduğu. Henüz oyunun %30’unu falan yazabildim. Cemil bunun mutlaka bir romana döneceğini söylüyor. Bense ne kadar uzarsa uzasın, hikaye kontrolümden ne kadar çıkarsa çıksın bunun bir tiyatro metni olacağını söylüyorum. Cemil’in iddiası bu sözümü gerçekleştirmem için inanılmaz bir motivasyon kaynağı aslında. Bunu bildiğinden şüpheliyim.

Neyse arkadaşlar, okuduklarımdan bahsedecek hiçbir şey yok. Çünkü blogdaki son yazıdan sonra hiçbir şey okumadım. Vaktim yok demeyeceğim, bu kötü bir bahane olurdu. Okumaya vaktim her zaman var. Ne ki zihnim bambaşka şeylerle dolu. Şu durumda ne okusam, okuduklarımın beynimdeki bariyeri aşması için fazladan çaba sarf etmeliyim. Bunun da sağlık durumu pek iyi olmayan benim için kötü sonuçlar doğuracağından eminim.

Siz sağlıcakla kalın, bu aralar severek dinlediğim bir şarkıyı atayım. Çok iyi bakın ~aloha

Dönüş Serisi |Dönüş-Eksen-Girdap| – Robert Charles Wilson

İlgili resim

Robert Charles Wilson bence günümüzün en iyi bilimkurgu yazarlarından biri. Bunu söyleyebileceğim çok az yazar var. Günümüz bilimkurgusu Alacakaranlık ve Açlık Oyunları gibi kitapların çer çöpü peşinde sürükleyen rüzgarına kapılmış durumda ne yazık ki. Mesela Goodreads’te “2019’un en iyi bilimkurgu eserleri” gibi listelere bakıyorum, hepsi bildiğimiz, farklı hiçbir şey anlatmayan, birbirinin aynısı eserler. Dune’daki felsefi derinliği, Vakıf’taki tarih ve siyaset alegorisini, Ursula eserlerindeki uyumluluğa ve dinginliğe teşvik eden yapıcı anlatıyı, Kızıl Mars’ta öngörülen gerçekçi teknolojiyi, Bir Uzay Destanı’nda insana aşmayı, yükselmeyi, insandan öte olmayı hayal ettiren eşsiz Arthur C. Clarke üslubunu günümüz bilimkurgu eserlerinde bulamıyorum. Bunları bulmayı bırak, yanlarına bile yaklaşamıyorlar. Robert Charles Wilson okuduğum modern bilimkurgu yazarları arasında farklı, özgün olabilmeyi başarmış nadir yazarlardan biri. Bunu söyledikten sonra kitaba geçebilirim.

Dönüş serisinin ilk kitabını temmuz 2017’de okumuştum. Çok sevmiştim ve son iki kitabı da hemen okumak istemiştim fakat İthaki seri kitapları bir anda basmıyor ya araya aylar hatta seneler giriyor ya da ikinci kitap çıkana kadar ilk kitabın baskısı tükeniyor. Hal böyle olunca ikinci kitap çıktığında gözüme çarpmıyor ve alıp okumayı unutmuş oluyorum. Daha çok göz ardı ediyorum da denilebilir. Her neyse, ilk kitabın üzerinden iki buçuk sene geçmiş olmasına rağmen Görkem’in önerisiyle serinin geri kalanını da okuyup bitirmeye karar verdim. Tabi ilk kitabın çok iyi olması ve yazarın tüm o gizemi nereye vardıracağını görmek için yanıp tutuşmam da etkiliydi fakat daha çok Görkem’le birlikte okuma fikrine tav oldum diyebilirim.

Kitabın konusunu anlatmak istemiyorum, sonuçta burada kitabın reklamını yapıyor değilim, hiçbir zaman kitap incelemesi yazdığımı da iddia etmedim, benim derdim kitabın bana neler düşündürdüğünü, zihnimde hangi ışıkları yaktığını anlatmak. Kitabı, okurken keşfetmeyi seviyorsanız bu yazıyı okumanızı önermem fakat benim keşfettiklerimi merak ediyorsanız okumaya devam edebilirsiniz, sonuçta kurguda ne olacağını bilsek de kitabın bize ne yapacağını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Her kitap kendi okurunu yaratıyor ve bunu her okurda farklı biçimlerde yapıyor. Neyse, demem o ki spoilers are overrated çok da takmayın, müthiş şeyler keşfettim onları merak etmez miydiniz?

İlk kitabı okuduktan sonra bu serinin Arthur C. Clarke tarzı bir sona ulaşacağını sanıyordum. Yani insan, nihai evrimini tamamlayıp saf enerjiye dönüşecek böylece sınırlılıklarından kurtulup tüm evrende var olabilecekti. Hızlıca böyle bir kanıya varmam ve kitabın tüm sürprizini çözdüğümü zannetmem çok da gülünç olmasa gerek sonuçta kitap Çocukluğun Sonu ile oldukça fazla benzerlik taşıyordu hem Arthur C. Clarke’ın da başka bir yazarın öyküsünde (kimin öyküsüydü şuan hatırlamıyorum) görmüş olduğu insanın potansiyeli fikri çok cazip ve hala yenilikçidir bana kalırsa.

İkinci ve üçüncü kitapla birlikte Robert Charles Wilson her şeyin sadece insanın yükselmesi ve özgür kalması fikrinden ibaret olmadığını, anlatmak istediği, irdelemek istediği çok daha fazla şey olduğunu kanıtlıyor. Sürdürdüğü kurgu da kitabın basit bir uzaylı istilası hakkında olmadığını gösteriyor.

Öncelikle eleştirmek istediğim noktalar var, onları söyleyip aradan çıkarayım. İlk olarak; yazar seri boyunca karakterleri, anlatımını, bakış açısını sürekli değiştiriyor. İkisini kabul ederim de anlatımla oynamak bana çok doğru gelmiyor. Neyse, bir diğer nokta; karakterlerin çok sıradan olması. Aslında hikayenin çok kritik noktalarında duran, okurun daha çok ilgisini çeken karakterler arka plana itilmiş. Mesela Jason Lawton tüm seri boyunca en önemli karakterken biz onun çocukluk arkadaşı olan Tyler’ı takip ediyoruz. Jason’ın yaptıkları hikayedeki en kritik şeylerken biz bunları Tyler üzerinden görmek zorunda kalıyoruz. Bu da bence doğru bir tercih değil. He böyle yaparak yazar belki de evrenin bilinmezliğinin bir ölçüde insanın içinde de olduğunu göstermek istemiştir. Bak evrende anlamadığımız ölçekte bir şeyler oluyor ama hey insan ruhu da bir o kadar anlaşılmaz demek gibi. Bilemiyorum, bu noktada biraz fazla zorladığımı da söyleyebilirsiniz aslında.

Eleştirilere devam. Kitap çok fazla aksiyona girmiyor, tüm açıklamalar diyaloglar üzerinden oluyor. Her şeyi karakterlerin anlayabildiği kadar anlamamıza izin var. Kendi teorilerimizi üretebiliriz fakat yazar doğruluğunu kanıtlama fırsatı sunmuyor. İzlediğimiz karakter ne biliyorsa ne öğreniyorsa o. Bu da kitaptaki gizemi etkili kılmak için kullanılan bir yöntem fakat kurguyu daha da zor hale getirdiğini söylemek mümkün. Karakterler arası ilişkiler doğallıktan uzak, fazla detaya gerek yok bu konuda, herkes kendi hissettiğini kabul edecektir fakat kitapta hiç ilgimi çekmeyen bir noktaydı bu, söylemek istedim. Son eleştirim de, üçüncü kitapla ilgili. Girdap, serinin en zayıf halkasıydı bence. Hiç akıcı değildi, sürekli olarak sal artık şu kurguyu, gönder gelsin diyerek okudum. Bir climax bekledim fakat kitap o noktaya hiç varamadı.

Eleştirileri aradan çıkarttık, şimdi kitabın zihnimde yaktığı ışıklara gelelim, ki burada yazarın işlediği fikirler tüm seriyi modern bilimkurgu eserleri arasında özel bir yere koymaya yetiyor.

Daha önce dediğim gibi yazar tüm olayı sadece uzaylı istilası olmaktan öte bir yere taşıyor. Bilinmeyenin korkusu (hi there Clarke) her daim dünyada kaosa sebebiyet verir. Seride kaos ve çatışmalar hiç tükenmiyor. Doğan inançlar ve çatışan inançlar kitapta her daim ortalarda geziyor. İnsanın ölümü aşabileceği fikriyle kendini kaybetmesi ve devletin bireyselliği suç ilan etmesi kitapta çok güzel işlenen konulardan biri. Tüm bu çatışmalar, insanın çıkarcı bakış açısından asla vazgeçemiyor oluşuna iyi bir gönderme. Kapitalizmin ne olursa olsun yıkılamayacağı düşüncesi ne kadar gerçekçi tartışılır fakat bir yazarın bulunduğu çağın sözcüsü olduğu da yadsınamaz bir gerçek.

Evrensel bir değişimin insanın kurduğu sistemde yarattığı darbe iyi işlenmiş ve kitabın dünyasını daha gerçekçi hissettiriyor fakat kitapta yer alan Varsayımsallar başlı başına tüm görkemi üzerlerinde taşıyorlar. Şöyle ki, yazar Varsayımsalları bir ekolojinin içerisinde yer alan, organizmaları tüm evreni kapsayan bir varlık olarak tasvir ettiğinde bir sürü ilginç düşünce de beraberinde geliyor.

Kolektif bir bilinç, tüm evrene yayılmış bir bilinç ağı düşünün. İnsanın ölümsüzlüğüne daha net bir açıklama olabilir miydi? İnsanın varmak istediği daha uç bir nokta olabilir miydi? (olabilirdi tabi 😛 sadece henüz keşfedilmedi) Yazar bu uç noktaya varmak isteyen insanların hırslarını da seriyor önümüze, bu da bu fikrin altını epey dolduruyor.

Anılar ve değişimler kitabın sürekli vurguladığı temalardan biri. Herkes düşer ve hepimiz bir yerlere ineriz. Allison/Treya hikayesi ve Varsayımsalların içine alıp parçaladığı, on bin yüzyıl sonra da yeniden yaratıp içinden attığı Turk ve Isaac karakterleri üzerinden bu temalar yoğun bir şekilde anlatılıyor. Bununla ilgili Black Mirror’ın bir bölümünü örnek vereyim. Kadın, kocasının sosyal medyadaki verilerinden oluşturulmuş bir replikanın gerçekliğini ayırt edemiyordu. Yani bir sisteme kendimizle ilgili tüm veriyi kaydedersek ölümsüz olabilir miyiz? Sonuçta birkaç milyar anıdan meydana gelmiyor muyuz? Bir başka muhteşem bilimkurgu anlatısı olan Westworld’den de örnek vereyim: “Mozart, Beethoven, and Chopin never died. They simply became music.”

Robert Charles Wilson bu fikri pek çok yönden işliyor aslında. Mesela bu kolektif bilince farklı bir açıdan daha bakalım. Valhalla, Eden, cennet… İnançlar her zaman insanın uysallığına bir vaat sunuyor. Kitapta insanların, Varsayımsal ağına bağlanıp özgür olma tutkusu cennet fikriyle benzerlikler taşıyor. Fakat yazar bu noktada gerçeklerin tarafını tutuyor. Dünyaları birbirine bağlayan kemerden geçtiklerinde ve on bin yüzyıl sonra evlerine geri döndüklerinde buldukları harabe cennete en uzak şey bile değil. Tüm inananların hüsrana uğraması kaçınılmaz. Valhalla en nihayetinde düşten öte bir şey değildi. Ölümsüzlük tutkusuyla gözünü karartan hiçbir karakter ödüllendirilmiyor bu kitapta. Varsayımsallar insanlar için var olmuyorlar, onlar her bilgiyi sindiren iştahı büyük bir organizma sadece. Yiyor, sindiriyor ve bir noktada içlerinden atıyorlar. İnsanlar onların sistemine girerek yaşamını sürdürmeye çalışan parazitten başka bir şey değil. Ne kadar ulvi bir amaç yüklersen yükle gerçeklerin karşısında sarsılmaz değil, farklı bir bakış bu amacın sahtekarlığını görmeye yeter.

Hatırası olan bir şeyin iradesi var mıdır? Evrimin bir iradesi, bir amacı bir doğrultusu var mıdır? Hırslarımız ne kadar anlamlı? Ölüm kendimizden üstün bir canlının paçalarına yapışmakla aşılabilir mi? Anılarımız yeniden yaratılabiliyorsa aslında ne kadar gerçek?

Tüm bu sorular kitap boyunca düşünüp durduğum şeyler. Bunları düşündürebildiği için bu kadar iyi. Ayrıca bununla sınırlı değil, anlatımı da oldukça güçlü. Yazar kitabın bazı bölümlerinde üslubunu öyle bir konuşturuyor ki hayran kalmamak elde değil. Bazı sahnelerin tasviri algı sınırlarını zorluyor gerçekten. (Not, yazı uzadı kısa keseceğim, bu söylediklerime rağmen çeviri o kadar başarılı değil)

Ahhh, çok konuşmuşum yine fakat uzun zamandır yazıp anlatmak istiyordum. Tüm bunları Görkem’le de konuştum yani yazdıklarımda ondan bana geçen şeyler de var. Umarım bu uuzuuun ve detaylı yazıyı okurken sıkılmamışsınızdır. aloha~

2019’da okuduklarım.

tumblr reading gif ile ilgili görsel sonucu"

Bu sene, geçen seneye göre okuma açısından daha az verimli bir yıldı. Geçen sene 76 kitap okumuşum. Bu sene ise okuma hedefim 80 kitap olmasına rağmen 70’te kaldım. Geçen sene John Fowles ve Erich Maria Remarque’ın yılıydı bu sene Kazuo Ishiguro’nun yılı oldu. Çoğunlukla kurgu okudum, kurgu dışında sosyoloji ve nörobilim ön plana çıktı. David Eagleman nörobilim üzerine merakımı tetikledi, yeni senede bu alanda daha çok okuma yapacağıma eminim. Rus edebiyatı bu sene de sığındığım limandı. Ne zaman artık kitap okuyamıyorum tüm bunlardan sıkıldım diye düşünecek olsam kendimi Rusya topraklarında, soğuk Rus rüzgarlarında buldum. Gerçekten, bundan sonra sadece bir ülkenin edebiyatını okuyabilirsin deseler gözüm kapalı Rus edebiyatını seçerim. Neyse, daha fazla uzatmadan bu sene okuduğum kitaplar içinde en en sevdiğim kitaplardan bahsedeyim. Tabi ki hepsi tavsiye, hepsi okunsun.

1) Uzak Tepeler – Kazuo Ishiguro: Başka ne olabilirdi değil mi? Bunu blogda ayrıca yazmıştım, şuradan bakabilirsiniz. Şimdi tekrar anlatmak istemiyorum. Uzak Tepeler bu sene okuduğum net en iyi kitaptı. İnsanın geçmişi ve geleceğiyle nasıl yoğrulduğunu anlatan, anılarımızın geçmişimizin üzerine çektiği o sis perdesini her cümlesinde hissettiren hüzünlü, anlatımı kuvvetli muhteşem bir eser.

2) Mağara – Jose Saramago: Bunu da yazdım, şuradan tıktık. Bu sene anlıyorum ki en çok naif, hüzünlü eserlere kaptırmışım kendimi. Saramago’nun bu kitabı bu sene okuduğum kitaplar içerisinde en sevdiğim ikinci kitaptı. Çok tatlı bir hüznü vardı. Durgun bir gölün üzerinde süzülüyormuş gibi hissettim her defasında. Ve Saramago’nun üslubu en çok bu kitabında kusursuza bu kadar yaklaşmıştır sanıyorum. Yaratımına duyduğu sonsuz sevgiyi kalemiyle öyle bir işlemiş ki. Muhteşemdi.

3) Bahar Karları – Yukio Mişima: İşte bunu blogda yazmadım. Mişima okurken kendimi çok savunmasız hissettiğimden belki. Şimdi bile ne söyleyebilirim bilmiyorum. Mişima’yı sert, acımasız, karşısındakini uçuruma bakmaya zorlayan biri olarak düşünüyorum. Ve uçuruma ne kadar uzun bakarsam uçurumun da bana bakmaya başlayacağını biliyorum. Belki tarihi bir romandan böyle bir çıkarım yapmak, işi bu kadar duygusal hale getirmek doğru olmaz fakat Mişima’nın bana hissettirdiği bu. Japonya’nın batılılaşmaya başladığı, geleneklerinden koptuğu bir dönemi, sınıf farklılıkları ekseninde anlattığı bu tarihi romanın, Mişima’nın inanılmaz incelikli karakterlerinin, güçlü ve doğanın ayrılmaz bir parçası olduğunu hissettiren dehşetli ama aynı zamanda besleyici dilinin okur üstündeki sarsıcı etkisi sayesinde bu kadar muhteşem olduğunu düşünüyorum.

4) Algernon’a Çiçekler – Daniel Keyes: Bunu da yazdım, şuralardan bulabilirsiniz. Algernon’a Çiçekler, Marquez, Hesse, Canetti gibi anlatımı çok daha kuvvetli yazarların eserlerinin olduğu bu senenin okumalarında bu kadar ön planda olmasını beklemediğim bir kitaptı. Fakat bana hissettirdikleri görece daha yoğun olduğundan bu duruma şaşırmamak gerekir. Görüyorsunuz ya asla objektif olmayan, tamamen kişisel, kimseye kesin bir şey sunmayan bir değerlendirme skalam var. Yine de, beni hiç tanımıyor bile olsanız, ben de böylesine yoğun duygular uyandıran bir kitabı okumak isteyebilirsiniz. Hiç değilse merak edebilirsiniz. Lütfen okuyun bu kitabı. Sevmemek elimde değildi.

5) Kızıl Mars – Kim Stanley Robinson: Buna da küçük bir yazı yazdım, şöyle. Bir kez daha söyleyeceğim, bu sene Körleşme gibi Germinal gibi Akıl Çağı gibi edebi değeri daha yüksek kitaplar okumuş olsam da onları listeye almayıp herkese hitap etmeyen ama benim vazgeçilmezim olan bilimkurgu türünden bir şeyler seçiyorum ve evet bundan pişman değilim. Kızıl Mars, hard sci-fi dediğimiz bilimsel gerçeklere olabildiğince bağlı kalan, teknolojiyle yoğrulmuş eserleri seven herkesin seveceğini düşündüğüm bir kitap. Mars’ın kolonileştirilmesi üzerine yazılmış harika bir bilimkurgu.

6) Kanını Satan Adam – Yu Hua: Yazısı için tıktık. Keyifle okudum, hem hüzünlü hem eğlenceli bir kitaptı. Size çok bir şey katacağından değil belki, anlatımı da nispeten zayıf bulunabilir fakat okurken keyif veriyor, sayfalar su gibi akıyor. Kendinizi unutup, hayatınızdan sıyrılmayı başarıp Sanguan’ın hayatına giriyorsunuz, onun gerçekliğinden bir parça tadıyorsunuz. Bunun için değilse başka ne için okuyacağız ki?

7) Genç Bir Doktorun Anıları – Mihail Bulgakov: Rus edebiyatı hiç yanıltmıyor. Herkese kollarını kocaman açıyor, soğukla, acılarla ve mücadeleyle dolu göğsünde herkese sıcacık, evinde hissedebileceği bir yer ayırmasını biliyor. Hiçbir şey değilse bile bu beni sönüp gitmekten kurtarabilirmiş gibi hissediyorum bazen. Müthiş.

Bu sene goodreads kullanmadım. O yüzden okuduklarımı topluca gösteremiyorum. Tüm okuduklarımı yazmaktansa benim için öne çıkanları yazmayı tercih ettim. Bu sene çoğunlukla uzak asya’ya diktim gözlerimi. Yeni senede de öyle olacağa benziyor. Manga okuyorum, anime izliyorum, Kore sinemasına aşık oluyorum, Japon mitolojisine gömülüyorum falan. Kendimi nerede bulacağım hiçbir zaman belli olmuyor, dünyanın her yanına dağılmış duygularımın peşindeyim, benim edebiyat yolculuğumun amacı da bu sanırım.

not* Canım Vonnegut’u listeye almadım fakat gerek var mı ki? Kendisine çok şey borçluyum, daha önce de dediğim gibi yüceler divanımın daimi üyesidir. Kendimi ne zaman kaybetmiş hissetsem ışığını kalbimde daha güçlü yakar.
bonus** Oyasumi Punpun. Bunu okuyun arkadaşlar. Bu senenin EN DEĞERLİ kazancıydı.

Bu senenin edebiyat yolculuğu da böyleydi. Hepinize mus-mutlu yıllar!

space gif ile ilgili görsel sonucu"

okuduğum kitaplar ve olan biten

Yıl sonu gelmeden topluca son bir okuduklarımdan bahsetmek istiyorum. Yıl sonuna doğru yazmam gereken bir sürü şey olacak. 2019’da okuduğum en iyi kitapları, izlediğim en iyi filmleri yazacağım, sonrasında bir yılbaşı gecesi yazısı gelir diye umuyorum. Belki sıkılır hiçbir şey yazmam, elimdeki oyun canıma okuyor gerçekten. Her perdede yapmak istediğimden farklı bir şey keşfediyorum. Bakalım nereye varacak, istediğim sona ulaşabileceğimden emin değilim.

Blogda son yazdığım kitapların üzerine dört kitap daha okumuşum. Normalde bu sayı daha fazla olabilirdi fakat kendimi anime dünyasına kaptırmıştım. Burada da anlattığım Madoka Magica’dan sonra yeni bir şey bulmakta zorlandım, bir süre kendimi serbest bırakıp bir şey izlemedim. Bu dört kitabı da bu boşlukta okudum. Her neyse kitaplara geçiyorum.

akıl çağı sartre ile ilgili görsel sonucu"

Akıl Çağı – Jean Paul Sartre

Sartre okumak benim için gerçekten çok zorlayıcı oluyor. İnsan düşüncesinin arkasındaki mekanizmanın her parçasını vücudumda hissediyorum sanki. Ve böyle bir bilinçlilik haliyle bir süre sonra hareket etmek bile inanılmaz acı veriyor. Kitaplarındaki her unsurun bireyin üzerindeki etkisini çok somut anlatıyor Sartre. Okuru boğan da bu sanırım çünkü varoluşun aldığı her darbeyi hiç hissetmediğimiz şekilde hissediyoruz. Özgürlükten bahsediyoruz oysa hayat özgürlüğümüzü parça parça eden şeylerle dolu. Toplum, ahlak, yasalar ve insanın kendi arzuları bile bireyin özgürlüğünün önünde duruyor. Gerçeklerden bahsediyoruz fakat hepimiz kendi zihinlerimizin gerçekliğinde yaşıyoruz.

Bu kitabı okumak zordu. Her karakteri psikolojik yönden irdelemeye çalıştım. Hangisinin gerçek bir düşünceye, gerçek bir özgürlüğe sahip olduğunu anlamaya çalıştım. Özgürlüğün gerçekte ne ifade ettiğini bulmaya çalıştım. Ve çalıştım, ve çalıştım. Zihnimi boşaltıp sayfaların arasında rahatça kendimi kaybettiğim bir okuma olmadı, aksine her sayfada kendi zihnimin farkındalığıyla başımın ağrıdığını hissettim. Bir daha Sartre okumak mı? Emin değilim, bu sene okurken dayak yemişe döndüğüm, sayfaların ağırlığında ezildiğim ikinci kitap bu. Ve çok zor atlattım.

kişisel bir sorun kenzaburo oe ile ilgili görsel sonucu"

Kişisel Bir Sorun – Kenzaburo O

Neden Sartre’dan sonra şöyle rahat bir şeyler okumadım ki değil mi? Bazen kitap seçmelerim de domino etkisine uğruyor. Sartre bir enerjiyi serbest bırakıyor ve ardından gelen de bundan etkileniyor.

Kişisel Bir Sorun, Kenzaburo Oe’nin hayatından esintiler taşıyan bir romanı. Sonuna kadar sert bir kitap. Üslup olarak değil belki ama işlediği konunun çok ince bir çizgisi olduğunu düşünüyorum. Engelli bir çocuk sahibi olan Bird’ün çocuğun ölüm kalım savaşı süresince yaşadığı gel-gitleri anlatıyor kitap. Bird için çocuğu, başlarda onun özgürlüğünü elinden alan, hayatının kayıp gitmesine sebep olan bir şey. Yaşamak için Bird’e fiziksel ve duygusal olarak tam bağımlı. Bird henüz böyle bir ağırlığın altına girecek olgunlukta değil. Kitap sonuna kadar Bird’ün bu ağırlıktan kurtulmaya çalışmasıyla geçiyor, sonuna doğru Bird asıl kaçtığı sürece özgür olamayacağını fark ediyor.

Ben yazarın Bird’ün içsel çatışmalarını iyi işlediğini düşünüyorum. Okur olarak pek çok noktada kendimi kötü hissetmeme, Bird’den tam anlamıyla nefret etmeme sebep olsa da yazar, insanın içinde her şeyi aşabilen o bencilliğin ve bunun üstesinden gelmenin güzel bir anlatımını sunmayı başarıyor. Okuması zor bir kitap değil fakat sindirmesi de kesinlikle kolay değil.

değişen dünyada bir sanatçı ile ilgili görsel sonucu"

Değişen Dünyada Bir Sanatçı – Kazuo Ishiguro

Kazuo Ishiguro bu seneki okumalarımı domine etti. Geçen sene Gömülü Dev ile okumaya başlamıştım, bu sene Uzak Tepeler, Noktürnler, Günden Kalanlar, Beni Asla Bırakma ve son olarak Değişen Dünyada Bir Sanatçı kitaplarını okudum. Uzak Tepeler bu sene okuduğum en iyi kitap. Neyse, konumuz Uzak Tepeler değil, zira uzunca bir süre Cemil’e, Görkem’e, Aslı’ya o kadar çok bahsettim ki, şimdi tekrar başlamak istemiyorum.

Değişen Dünyada Bir Sanatçı, okuduğum Ishiguro kitapları arasında en zayıf olanıydı. Kitabı beğenmediğimden değil, Ishiguro’da sevdiğim her şeyi bu kitapta da bulabiliyorum. Ülkesinin geçmişinin yükünü, pişmanlıklarını üzerinde taşıyan bir sanatçının, yaptıklarının haklılığını, bir sanatçı olarak neyi temsil ettiğini ve etmesi gerektiğini sık sık geçmişine dönerek sorgulamasını okuyoruz. Bireyin geçmişini yeniden yaratması burada da okurken beni mest ediyor. Ishiguro’nun bu anlatımını seviyorum. Kendi geçmişime baktığımda da olayların ne kadarını benim yarattığımdan emin olamıyorum. Sonsuz bir döngü içerisinde geçmiş ve geleceğin sürekli birbirleri tarafından yeniden oluşturulduğunu düşünmeyi seviyorum. Ishiguro bunu bana hissettirebildiği için okumayı sevdiğim bir yazar. Herkesin sevmeyebileceğini biliyorum. Ama bence bu kitabını değilse bile en azından bir Ishiguro kitabı okumalısınız.

olanaksızın fiziği ile ilgili görsel sonucu"

Olanaksızın Fiziği – Michio Kaku

Ishiguro’dan sonra diğer kitaplarda da aynı şeyi hissedeceğimden korkuyordum. Ben de kurgu dışı bir şeyler okumaya karar verdim. Böylece en azından ne beklemem gerektiğini bilecektim.

Geçen sene fizikle ilgili okuma yapıp duruyordum. Daha çok gökbilim ve elektrik üzerine okuyordum. Aslında fizik bilgim liseden kalmadır fakat üzerine düşünüp okuyup araştırmayı severim. Eminim başka bir dünyada tutkun bir fizikçiyimdir. Başka bir açıklaması yok bu ilginin.

Kaku da küçüklüğünden beri fizik tutkunuymuş. Henüz lise öğrencisiyken parçacık hızlandırıcılar üzerine deneyler yapıyormuş. Eh, hemen burs kapıp iyi bir akademi yolunu tutması güç olmamış tabi. Bu kitabında görünmezlik, ışınlanma, paralel evrenler, ışık hızını aşmak gibi bizim imkansız olarak gördüğümüz şeylerin fizik yasalarınca olabilirliğini anlatıyor. Üç başlık altında topluyor bu olguları ve bilim tarihinden, bilimkurgu romanlarından, Uzay Yolu maceralarından örneklerle inceliyor. Ben aşırı keyif alarak okudum. Bilim seven herkese tavsiye 🙂

Son okuduklarım bunlardı. Biraz neler olup bitiyor onlardan bahsedeyim.

Bir oyun yazıyorum biliyorsunuz, kendimi tamamen kaptırdığımı söyleyebilirim. Bu aralar bir şeyler okuyamıyorum bu yüzden. Bitene kadar da okuyabileceğimi sanmıyorum. Çünkü oyun beni inanılmaz zorluyor, gün boyu kafamdan çıkmıyor. Kendimi başka bir şeye veremiyorum. Çok rahatsız bir durum fakat bırakmak da istemiyorum. Bunu yazıp kurtulmam lazım. Bittikten sonra uzunca bir süre kalemi elime almayacağım. Fikirler büyüyüp başımı ağrıtmaya başlasa bile onları oradan çıkarmayacağım.

Cemil benim bu halimi ne kadar seviyor emin değilim. Birlikte bir şeyler yapmamız konusunda diretiyor. Bu kafayla sadece evde kalabileceğimi söylüyorum. O inanılmaz bir özveri göstererek beni anlayışla karşılıyor ve ben yazarken yanımda film ya da maç izliyor. Bazen ona katılıyorum, bazen de beni dilediğim yalnızlıkla bırakıp arkadaşlarıyla çıkıyor. Bu özverinin bizim aramıza girmesine izin vermemem gerekiyor. Yaptığı iyiliği yapmak zorunda olmadığını bilmeli. Benim için bir şeyden vazgeçiyorsa bunu kendi istediği için yapmalı ve benden minnet beklememeli. Teyzemle beni yıkan buydu. Kimseden sevgi ya da anlayış kırıntısı talep etmiyorum, bunun kaçınılmaz sonucu olarak yapayalnız hissettiğimde de kimseyi suçlamıyorum. Cemil bunu da biliyor. Bildiği sürece aramızda hiçbir sorun olmayacağını anlıyor. Fakat kendini daha ne kadar bastırabilir? İçimizdeki o bencillikle ne kadar mücadele edebiliriz ki?

Neyse arkadaşlar, olan biten bunlardan ibaret. Görüşmek üzere xo

Puella Magi Madoka Magica

Uzun zamandır bir şey yazmadım farkındayım. Sadece bloga değil çalışma defterime de hiçbir şey yazmadım. Tekrar bir oyuna başlamıştım hala yarım duruyor. Ne yazmak istediğimi biliyorum fakat elime kalemi bir türlü almak istemiyorum. Sanırım iş hayatına kendimi fazlasıyla kaptırdım. Bunu ancak aylar sonra, vücudumun kemik ve baş ağrısı, halsizlik, iştahsızlık gibi artık göz ardı edemediğim uyarı sinyalleri vermesinden sonra fark edebiliyorum. Hayatın olağan akışına kendini bırakmak o kadar zahmetsiz ki bir zamanlar verdiğin mücadelenin ne için olduğunu unutabiliyorsun fakat nihayet bir yere vardığında aslında oraya ait olmadığını hissetmek kaçınılmaz oluyor. İnsan sadece kendi çabasıyla geldiği yere kendini ait hissedebiliyor. Buna rağmen evin neresi olduğunu bilemediğimizde yanlış bir zamanda ortaya çıkmış olduğumuzu anlıyoruz. Gördünüz mü? Bu, oyunumdaki antagonistin çıkış noktasıydı. Yazmak için deliriyorum fakat bu aralar kalem elimde durmuyor. Ben de bloga bir şeyler yazarım diye ummuştum. Böylece kafamdaki sesleri susturabilirim, hiç olmazsa kelimelerin beni harap etmesinden önce okuduklarımdan, izlediklerimden biraz bahsedebilirim.

Yazmadığım süre içerisinde bir anime izledim, üç de kitap okudum. Yıl sonuna yaklaşırken okuma hızım artacak yerde azalıyor. Bir an önce 2019’un bitmesini ister gibi bir halim var. 2020’ye çok hazırım, aradaki bir ayı atlayabiliyor muyuz? Neyse, önce animeden bahsedeceğim.

Puella Magi Madoka Magica

İlgili resim

2011 yılında Shaft stüdyo tarafından yaratılmış, senaryosunu Gen Urobuchi’nin yazdığı mahou shoujo türünde bir anime Madoka Magica. Mahou shoujo, kız çocukları için yapılan büyülü kız animelerine verilen isim, hedef kitlesi 10-14 yaş arası kızlar aslında. Madoka Magica bu türün Game of Thrones’u gibi. GRRM nasıl fantazinin keskin çizgilerini silip alabildiğine gri bir atmosfer yarattıysa Madoka Magica da mahou shoujoların o toz pembe dünyasını alaşağı edip hikaye böyle anlatılır, atmosfer böyle kurulur, karakter gelişimi böyle olur diye ders veriyor.

Çok detaylı, her karesi dolu dolu bir anime Madoka Magica. Karakterler asla tek yönlü değil, gelişimleri asla zorlama değil. O kadar doğal bir akışı var ki kurgunun uygun bir zamanda 12 bölümü tek oturuşta bitirebilirsiniz. Sonrasında gerçek dünyaya adapte olmak, Sayaka’nın ve Homura’nın acılarını aşmak kolay olmuyor tabi.

Şunu söylemeliyim, Madoka Magica çoğu animenin aksine size hayat karşısında umut aşılamak, mücadelenin ve fedakarlıkların sonunda kazanacağınız şeylerin kıymetini göstermek amacında değil. Karakterler ne olursa olsun kader çemberlerini kırıp özgür olmuyor, bu dünyaya cesaretleriyle bir parça mutluluk ya da adalet getirmiyor. Zaten toz pembe hayallerle büyülü kız olmak nihayetinde insanları umutsuzluğa ve ıstıraba sürükleyen cadılara dönüşmeyle son buluyor. Anime büyülü kızlar ve cadılar arasında kurduğu bu muhteşem dengeyle evrendeki mutluluk ve mutsuzluk, umut ve umutsuzluk arasındaki dengeyi yansıtıyor. Sayaka’nın hiç unutamayacağım bir sözü vardı: Birinin mutlu olması istendiğinde dengeyi sağlamak için başkası eşit bir mutsuzlukla lanetlenir. Sayaka demişken, şu ana kadar izlediğim animelerdeki en mükemmel karakterdir Sayaka. Yaptığı fedakarlığın insanlara hiçbir şey ifade etmemesi bir yana, pelerini ve kılıcıyla tam bir şövalye tavrı takınıp adaletin savaşçısı olmaya karar vermesi fakat mütemadiyen hüsranla son bulan kaderi ideallerimizin ne kadar anlamsız temelleri olduğunu göstermek ister gibidir. Özünde bencilce bir tutkuyla aslında hiç de bencil olmayan bir dilekte bulunur, sevdiği insanın tekrar keman çalabilmesi için parmaklarının iyileşmesini ister. Bunun için ruhunu bedeninden ayırmayı, bir cevherin içine hapsetmeyi ve hayatı boyunca savaşmayı kabul eder. Büyük bir bedeldir büyülü kız olmak, bu yüzden dilediğin şey çok önemlidir. Zaten Madoka daha ilk bölümlerde hayatını tehlikeye atmaya değen bir isteği olmadığını fark eder ve animenin sonuna kadar bunun ikilemini yaşar. Sayaka ise sevdiği kişi için fedakarlıkta bulunduğunu düşünse de içten içe dileğinin bencilliğiyle yüzleşmek zorunda kalır. Böylesi bir kötülüğü kaldıramayacak kadar kırılgan olduğundan, ruh taşı gittikçe kararır ve onun için yapılabilecek bir şey yoktur artık.

miki sayaka tumblr gif ile ilgili görsel sonucu

Fark ettim de sadece Sayaka için sayfalar dolusu yazı yazabilirim ki daha Madoka, Homura, Mami ve Kyoko var. Her biri muhteşem karakterler. Coming of age tarzı bir animede 12 bölümde tüm bu karakterlerin hakkını verebildiği için Gen Urobuchi harika bir yazar.

Karakterlerden sıyrılıp hikayeye dönelim biraz da. Hikayenin her aşaması detaylarla, sembollerle, göndermelerle dolu. Sanki oturup her bir kareyi inceleseniz günlerce süren bir analizden sonra hala yeni bir şeyler keşfedebilirsiniz. Yazar, sembolizmi ve forshadowing olayını inanılmaz etkileyici kullanıyor. Büyülü kızların dönüşümünden cadıların labirentine kadar saçma gibi duran her şey aslında o kadar sembolik ki izlerken bunu fark ettiğinizde videoyu durdurup ekrana bakakalmanız olası. Mesela, Sayaka’nın son formunu gördüğümde başından beri bunun onun her sahnesinde vurgulandığını, Sayaka’nın dönüştüğü şeyin onun için daha en başta betimlendiğini ve onu oluşturduğunu anladım ve animeye hayran kalmaktan başka bir şey yapamadım. Sayaka ve diğer tüm karakterler kendi sonlarını animenin en başında üzerlerinde taşıyorlardı ve her sahnede sonlarına bir vurgu vardı. Sayaka bir deniz kızına dönüştü. Deniz kızları mitolojiye göre denizlerin dibindeki mağaralarda yaşarlar ve ihtiyacı olan herkese yardım etmeye çalışırlar. Sanki boğulan herkese yardım etmek için oradadırlar. Peki Sayaka neydi? Ne için büyülü kız olmayı kabul etmişti? Ve her defasında dibe sürüklendiğini görmüyor muyduk? Peki Kyoko onunla birlikte boğulmamış mıydı? Düşünsenize bu muhteşem bir şey değil mi?

Sanırım Sayaka’dan sıyrılıp diğer karakterleri veya animeyi detaylıca anlatamayacağım. Uzun zamandır o kadar etkisi altındayım ki karakterin bir noktada tekrar ona dönüyorum. Ben size müziklerden, çizimlerden ve animasyondan bahsedeyim. Öncelikle müzikler olağanüstü güzel. Dinlemekten hiç usanmayacağım sanırım. Animasyon ise müziklerle birleşince o kadar etkileyici oluyor ki. Renkler, pek çok sahnede atmosferin karanlığı, ürkütücülüğü çok iyi yansıtılmış. Yani ne diyebilirim ki, her şeyiyle muhteşem bir animeydi Madoka Magica. Ön yargılarınızı kırıp, ilk üç bölüm şans verip, her karesinde bir detay gizli olduğunu bilerek izlemenizi tavsiye ederim. Ha unutmadan, Madoka Magica’yı Steins Gate hakkında yazdığım yazının altında birisi önermişti. Her neredeysen çok teşekkür ediyorum, asla unutmayacağım bir seyir zevki ve acısını ve sevgisini hep taşıyacağım bir karakterle tanışmamı sağladın.

Aahh, okuduğum kitaplardan da bahsedecektim fakat gücüm kalmamış gibi hissediyorum. Şimdi gidip biraz uyumaya çalışacağım, sonrasında bir nefes oyunuma devam etmeyi düşünüyorum. Ne yazacağımı biliyorum sonuçta, kalemi bir elime alsam…

1k mygifs epilepsy warning Sayaka Miki Madoka Magica miki sayaka pmmm *madoka might as well post it ehh i dont like this i made it a while ago and i just found it sitting in my sayaka folder and im cleaning stuff out so sorry for breaking the sayaka tag a few minutes ago i accidentally posted the worse version

üç kitap ve bir film önerisi

Şu yazıyı yazdığım sıralar dışarıda çok hoş bir hava var. Akşam Cemil’le Parasite izlemeye gideceğiz. Ne zamandır sinemaya gitmemiştim. İş yoğunluğundan kitap da okuyamıyorum çok fazla. Fakat şuan güzel bir pazar sabahı, keyifli hissediyorum ve biraz okuduklarımdan bahsedesim var. Blogda en son Kanını Satan Adam’ı anlatmışım, ondan sonra Zamanımızın Bir Kahramanı, Homo Deus ve Incognito kitaplarını okumuşum. Hepsinden biraz bahsedeyim istiyorum. Önce Rus edebiyatı ❤

zamanımızın bir kahramanı idefix ile ilgili görsel sonucu

Zamanımızın Bir Kahramanı – Mihail Lermontov

“Ruh yönünden sakat olmuştum. Ruhumun yarısı yoktu; solmuştu, uçmuştu, ölmüştü. Ben de o yarıyı kestim attım”

Bir dönem tüm Avrupa ruh yönünden sakat insanlarla doluydu. Hümanizm insanı kendi içine bakmaya zorladı. Bilgeliğe ve mutluluğa giden yolun bu olduğu sanılıyordu fakat insan ne kadar derine inerse o kadar anlaşılmazdı her şey. İçindeki karanlığı fark edenlerse boşluğa bırakıyordu kendini ve bilgelik ve mutluluk sanrıdan başka bir şey olmuyordu.

Lermontov zamanının insanlarını anlamayı başarmış bir yazar. İnsanın içindeki karanlığı da gözlerindeki ışığı da yakalamış ve bunu çok güzel anlatmış. Kitabın kahramanı Peçorin, güçlü bir karakter. Anlamadığı fakat hissettiği ölçüde hayran kaldığı yaşama tutkun ve kendi bencilliğiyle uzlaşmış biri. Dünyanın ve anlam arayışının ruhunun bir yanını sakat bıraktığı insanlardan. Lermontov Peçorin’in gözlerinden arkada Kafkas’ların büyüleyiciliğiyle aristokrasiyi ve köylüyü, kadını ve evliliği, doğayı ve insanın ayrıksılığını, toplumu, kültürleri ve coğrafyayı anlatıyor. Kısa bir metin, akıcı bir dil. Anlatmak istedikleri bu kadar fazlayken kitabın bu kadar kısa olması yazarın okurdan beklentilerini düşündürüyor. Dönemin toplumsal olaylarını, egemen felsefi düşünceyi bilmek gerek diye tahmin ediyorum. Öbür türlü pek de keyif almayabilirsiniz. Benim için çok iyi bir okuma deneyimiydi. Her sayfada bir ışık yakarak okudum. Rus edebiyatı fenerlerle dolu bir gökyüzü. Lermontov da parlak olanlardan biri.

İlgili resim

Homo Deus – Yuval Noah Harari

Homo Sapiens’in üzerinden çok geçmedi, Homo Deus’u da okudum bitti. Sapiens’in benim için fazla özet olduğunu söylemiştim. Anlatılanlar arasında ufkumu açan, bilmediğim yeni bir şey yoktu. Hoşuma giden nokta Harari’nin akıcı anlatımıydı. Homo Deus’u da hem Harari’nin anlatımından keyif aldığım hem de gelecek üzerine düşünmeyi sevdiğim için okumak istedim. Kitabın ilk sayfaları biraz sıkıcıydı benim için. İnsanın hikaye anlatma yeteneğiyle tahta çıkışından bahsediyordu ve bunu Sapien’te de anlatmıştı diye hatırlıyorum. İlerleyen sayfalarda hümanizmin ve liberalizmin mutlak zaferiyle her insanın aslında kendi tahtına sahip olduğunu fark etmesinden bahsediyor. Bu kısımları müthiş zevkle okudum. Sonlara doğru da yapay zeka ve geleceğin belirsizliğiyle bitiyor kitap.

Ben kitabı Sapiens’e göre daha çok sevdim. Dediğim gibi gelecek üzerine düşünmeyi, okuma yapmayı çok seviyorum, kaçınılmaz olarak geleceği ön görebilmek için de tarihi anlamak gerekiyor. En başta insanı ve motivasyonlarını da bilmek şart. Ben insanın kendisine bakarak insanlığı yorumlamasını doğru bulmuyorum. Tarih hiçbir zaman tek bir insanın duygularıyla şekillenmiyor. Toplumu anlamak için önce bireyleri anlamak gerekiyor belki fakat insanın üzerinde o kadar çok baskı oluşuyor ki bir noktada olduğum şeyin benim seçimlerimle bir alakası da kalmıyor.

Homo Deus okurken bunları düşünmekten kendimi alamadım ve bu da çok keyifliydi. Herkese tavsiye ediyorum, mutlaka okuyunuz.

incognito david eagleman ile ilgili görsel sonucu

Incognito – David Eagleman

Sonrasında bir kurgu dışı daha okudum. Nörobilim üzerine pek bir şey okumamıştım şimdiye kadar. Bu kadar keyifli olabileceğini bilseydim mutlaka okurdum. Incognito beyin üzerine çok akıcı, bilgilendirici bir kitap. Okuduktan sonra kim olduğum, tür olarak ne olduğumuz ve evrimin bizi neye yönlendirdiği sorularını kafamdan atamadım. Özellikle tüm gerçekliğimizin çok ince bir ipin üzerinde olduğu düşüncesi beni dehşete düşürdü. Kitabın belli bölümleri en has korku filmlerinden daha etkileyiciydi. Beynimizin bizim için oluşturduğu gerçeklikte hapsolduğumuz fikri ve seçim hakkına sahip olduğumuz yanılgısı inanılmaz tedirgin edici. Bunu mutlaka ama mutlaka okuyun.

Bu aralar okuduğum kitaplar böyleydi. Akşam Parasite izleyeceğim, ne zaman anlatmak isterim, anlatır mıyım hiç bilmiyorum. Ben şimdiden söyleyeyim, vizyondayken kaçırmayın bu filmi, üzülürsünüz. Cannes’dan Altın Palmiye ile dönmüş. Geçen sene Burning alamamıştı, Güney Kore vazgeçmemiş bu sene Parasite ile almış. Gözlerimizi Avrupa’dan ve Amerika’dan çevirip, şöyle uzaklara bakmak çok hoş. Yaşasın dünya sineması!

erken bir Tüyap gezi yazısı

Tüyap fuarına günler kaldı. İstanbul’da olsam sevinçle günleri sayardım, Aslı’yla listelerimizi tarayıp alacaklarımızı belirler, fuar alanında deliye dönüp listelerimizle tamamen alakasız kitaplar alırdık. Dönüş yolunda neler aldık diye çantamıza bakınır, doyasıya kitap koklardık. Belki kitap tutkumuzu paylaşan çok tatlı insanlarla tanışırdık. Tabi bu sırada kalabalıktan ve yürümekten canımız çıkmış bir vaziyette olurduk ama ertesi gün o yorgunluğu değil kitap sarhoşluğumuzu hatırlıyor olurduk. Fakat İstanbul’da değilim. Tüm bunları yapamam. İçimde hüznün olması gereken yerde bir boşluk hissediyorum. Aslı’yla çok güzel ayrıldığımızdan belki, son Tüyap gezimiz inanılmaz keyifli geçtiğinden ya da konu kitaplar olunca içimde her zaman bu sevinci bulabildiğimden.

Ben İstanbul’da değilim belki fakat burayı okuyan İstanbullular için yazacağım. Öncelikle fuardan kitap almak internetten almaktan daha ekonomik değil kesinlikle. Her şeyden önce cebinizi düşünüyorsanız fuardan kitap almayı baştan unutabilirsiniz. Hem fuar zamanının internetten kitap almak için iyi bir fırsat sunduğu da ortada. Pek çok satış sitesi ek indirimler falan yapıyor, böylece %40-45lere varan indirim oranını görebiliyoruz. Fuara gitmeyin demiyorum, hobi olarak yine gidin, kitaplara bakın, almak istediklerinizi şöyle bir dünya gözüyle görün, sonra internetten sipariş verebilirsiniz. Tabi kitap almadıktan sonra fuar gezisinin bir anlamı olmadığını da söyleyebilirsiniz o zaman fuarın sahaflar bölümüne, resim sergisi kısmına, söyleşi alanlarına göz atabilirsiniz. Belki çok tatlı insanlarla karşılaşırsınız orada.

Ben nasılsa gitmeyeceğim için hangi yazarlar geliyor, neler var bilmiyorum. Sadece Tess Gerritsen geliyormuş onu duydum. Sevdiğiniz bir yazarsa gidip bir hi diyebilirsiniz ama sevmiyorsanız onun geldiği gün fuara gitmekten kaçının bence. İnanılmaz bir kalabalık olacağı kesin.

Eh gitmişken birkaç da kitap önereyim size, belki bakarsınız. Tabi ki Jaguar, Yüz Kitap, Dedalus, Aylak Adam gibi emek veren, nadir kitapları bulup çıkaran, okuruna değer veren yayınevlerini yalnız bırakmıyoruz ve mutlaka stantlarına uğruyoruz. Bu yayınevlerinden kötü edebiyat pek çıkmıyor. Jaguar’da Yu Hua, Wilhelm Genazino, Natsume Soseki kitaplarına mutlaka bakın. Dedalus’tan Kralın Düşüşü, Kürek Mahkumu, Biz Boğulanlar, Emile kitapları aklınızda bulunsun. Aylak Adam’dan tabiki Niteliksiz Adam ve Biri, Hiçbiri Binlercesi. Yüz Kitap inanılmaz güzel öykü kitapları basıyor. Yalnızlığın On Bir Hali, Tabiata Giden Bütün Yollar, Hep Eve ilk aklıma gelenler.

Daha büyük yayınevlerine baktığımızda -fuara gitseydim eğer- ilk uğrayacağım stant İthaki olurdu. Bilimkurgu klasiklerini bir arada görüp şöyle bir göz kırpardım onlara ve derhal uzaklaşırdım çünkü boğucu bir kalabalık üzerime çökmek üzere olurdu sanırım. Tamam anlıyorum, bilimkurgu yeni yeni değerleniyor, bilimkurguya destek veren yayınevleri artık batmıyor falan ama tatsız tuzsuz bir bilimkurgu okuru kitlesi gerçeği var. İthaki bk klasikleriyle bilimkurgunun usta isimlerini dilimize kazandırarak çok değerli bir iş yapıyor, sonsuz saygı duyuyorum da ne bileyim bu niteliksiz bk okuru beni usandırıyor açıkçası. Neyse, İthaki son zamanlarda bk klasiklerine çok iyi eserler kattı. Kumsalda, Kızıl Mars, Phlebas’ı Hatırla (ilk çıktığını duyduğumda nasıl dans etmiştim bilseniz). Bir de dün gördüm ki serinin ellinci kitabı Gene Wolfe’dan geliyormuş. İçimde sevinç topları patlattılar resmen. Eh, bk seviyorsanız zaten biliyorsunuzdur ama sevmiyorsanız da İthaki sevmeniz için elinden geleni yapıyor.

İthaki’den sonra Alfa Yayınları’nın standına koşardım. PKD’den eksik ne varsa toplardım, belki fuara kadar Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi? kitabını da basmış olurlardı ve hiç beklemez oracıkta alırdım. Sonra Eco’nun Ortaçağ kitaplarına bir bakardım, almaya cesaret edemez alacağım ana kadar vedalaşırdım onlarla. Sonra ODTÜ standına geçip okumadığım kitabı var mı diye Michio Kaku didiklerdim biraz. Ve son olarak İMGE’nin standına koşar canım Asimov’un Bilim ve Buluşlar Tarihi‘ni alır, kocaman kucaklar eve dönene kadar bağrıma basardım.

Tabi tüm bunları yapamam ama İstanbullular o yolu, trafiği, gürültüyü ve izdihamı göze alıp tüm bunları yapabilirler. Size kalmış, ben gidersem neler yapardım diye düşünürken bu yazı ortaya çıktı.

şarkıların da söyleyecekleri var

Ekim her yönden farklı bir ay olmaya devam ediyor. Sevdiğimiz müzisyenler ortamlara yeni şarkılar salarken, sinema tekrar keyif vermeye başlamışken, edebiyat ve sonbaharın kızıllığı mükemmel bir uyumla hayatımıza yayılmışken yaşadıklarımızdan keyif almamak çok zor. Yine de gündemden, içinde bulunduğum dünyanın her an parça parça söküldüğünü ve bunu önlemek isteyen ellerin de endişeyle geri çekildiğini gördükçe mutluluğu ne kadar hak ettiğimizi sorgulamadan edemiyorum. Dengesiz bir ülkede tamamen güvensiz bir sistemin içerisinde yaşıyoruz. Buna rağmen kendi kişisel mutluluklarımız adına bazı şeyleri görmezden gelebiliyor ve bir şeylerden keyif almaya devam edebiliyoruz. Bununla bir sorunum varsa da şimdi bunu konuşmayacağım. Kimse tadının kaçmasından hoşlanmıyor. Ben de en azından şimdilik Sezar’a sen de ölümlüsün diyen kişi olmak istemiyorum.

ghosteen ile ilgili görsel sonucu

Canım, pek sevgilim Nick Cave, Bad Seeds’le tekrar biraraya gelmiş ve Ghosteen isimli bir albüm çıkartmışlar. Ben tetikte bekliyordum fakat albümün çıkacağı sıralarda (4 ekim) kafamı yormam gereken başka şeyler vardı ve o yoğunlukta unutmuşum. Cemil bir akşam yemeği sırasında Nick Cave’in yeni albümü nasıl diye sordu. Ben o an her şeyi bırakıp içeri koştum ve kulaklığımı takıp albümü baştan sona dinlemeye başladım. Ve inanın, nasıl bir masalsı hüznün içinde gece yarısına kadar süzülüp durdum. Nick Cave’in kaybettiği oğluna duyduğu özlemle, acısını sonsuz kılmak pahasına nasıl bir yüzleşmeye, kederle bir olmaya, ölümle huzuru bulmaya ve huzurla ölüme boyun eğmeye tanık oldum. O kadar yoğun duyguları olan bir albüm ki, şarkılar bir ağıt gibi.

“And everything is distant as the stars. I am here and you are where you are”

Yani sözlerim Nick Cave’in hislerini, bana hissettirdiklerini anlatma da yetersiz. Ben albümün son şarkısını da dinledikten sonra yanı başımda uyumuş Cemil’e dönüp baktım, dünyayı hüzünlerden ve sislerden yaratılmış sanıyordum. İçimde her şeye yetecek kadar sevgi ve keder var diye düşünüyordum. Bu hislerin varlığıyla uykuya daldım. Ertesi akşam albümü Cemil’le birlikte dinledik. Neler olup bittiğini anlasam anlatabilirdim belki.

“A star is just a memory of a star.”

closer to grey ile ilgili görsel sonucu

Sonra çok sevdiğimiz, gece yolculuklarımızın eşlikçisi Chromatics’in yeni albümü Closer To Grey‘i dinledik. Bu da 2 ekimde çıkmış. Ekim ne güzel bir aydır. Chromatics ne güzel bir gruptur. Dreampop, synthpop bana müziğin ruhunu en etkili hissettiren türlerden. Sing Street filminde Raphina, Cosmo’ya mutsuz hissetmekten mutlu olamadığını söylüyordu. Fakat aşk böyleydi, yani happy-sad. Sonrasında düşünmüştüm, hayat da böyle ve hayatla ilgili çok şey hissettiren dreampop şarkıları da. İşte dreampop da Chromatics de hayatın hüzünlerle dolu olduğunu hissetmenize rağmen yine de içinize mutluluk parçacıkları saçabiliyor. Bu albümse yine muhteşem, yine mutluluk parçacıklarının içinizde ışıldamasını sağlayabilen bir albüm olmuş. Çok sevdim.

angel olsen all mirrors ile ilgili görsel sonucu

Ve bir de Angel Olsen var. Sessiz sessiz takip ediyorum, tarzını çok seviyorum. O da bu albümünde dreampop’a yaklaşmış, böylesi daha iyi olmuş zira bu albümü diğer işlerinden daha çok sevdim. Genel olarak bir Kate Bush havası var, yani dediğim gibi çok havalı, çılgın.

Bu ay şarkılarla sarhoş oluyoruz. Söyleyebileceğim pek de bir şey yok.